7 Mayıs 2014 Çarşamba

http://tr.wikipedia.org/wiki/Kurtulu%C5%9F,_%C5%9Ei%C5%9Fli
http://hagiabyzantion.blogspot.com.tr/2012/01/aya-dimitri-kilisesi-kurtulus-istanbul.html
https://eksisozluk.com/kurtulus-caddesi--346851?p=6
https://eksisozluk.com/tatavla--180483?p=3
http://www.bianet.org/bianet/azinliklar/128485-70-yil-sonra-tatavla-festivali
http://www.bianet.org/bianet/toplum/94141-kurtulusta-iki-okul
http://parkgazetesi.com/2013/11/17/tatavla-dayanismasi-bir-yerellesme-ornegi/
http://www.sabah.com.tr/Pazar/2011/03/27/istanbulun_yukselise_gecen_semti_kurtulus
http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=2071&start=5
http://www.bianet.org/bianet/toplum/153895-baklahorani-kurtulus-ta-kutlandi
http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/90696-hepimiz-hrant-dinkiz
http://www.bianet.org/bianet/toplum/154925-pesah-bayrami-kutlu-olsun
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=-43491
http://www.bianet.org/bianet/toplum/153168-20-dolar-20-kilo

-----
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Ege adalarının büyük bir kısmı Osmanlılara geçince, özellikle Sakız adasındaki korsan ve çok iyi denizci olan Rumlar İstanbul'a getirildiler. Kasımpaşa Tersanesi'nde çalıştırılmaya başlanan Rumların çoğu bekar olduğu için o civardaki Müslüman halkın arasında oturmaları istenmemiş.1

Kurtuluş, Şişli ilçesinde iskana açılan ilk bölge olma özelliğine sahiptir 1

Semt, Kurtuluş ismini 1929 yılında, büyük yangından sonra aldı 1

Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) yaşayan ve Osmanlı tarihinin müstesna simalarından olan, alim komutan olarak bilinen Barbaros Hayreddin Paşa’nın Ege ve Akdeniz’den özellikle Sakız Adası'ndan gemi yapımında çalıştırılmak üzere getirdiği 10 bini aşkın Rum esir Kurtuluş’da iskana tabi tutulur
18. yüzyılın sonlarına doğru ise Kurtuluş'da yaşayan Rumların sayısı 20 bini bulur ve bölgeye yabancıların girmemesini talep ederler, 1884'e gelindiğinde Kurtuluş özel bir yönetmelik ile yönetilir hale gelir. 1.030 evin 53 temsilcisi seçilerek semt 12 kişilik "ihtiyar heyeti" tarafından yönetilmeye başlanır. 1

Tatavla, Osmanlının başkentinde bir Rum gettosuydu.  Kadırga yapımında becerikli Sakız, Girit ve Mora yarım adasından Rum denizciler Kanuni Sultan Süleyman devrinde zorla İstanbul'a getirilip önce Kasımpaşa'ya yerleştirilmiş burada kurulu tersanelerde çalıştırılmışlar ama Kasımpaşa'nın yerleşik Müslüman ahalisi bu bekar "gavurları" aralarında barındırmak istemeyince Osmanlı padişahlarının av köşklerinin ve aynı zamanda at tavlalarının da yer aldığı yüksek tepelere yönlendirilmişlerdi. 1

“Tatavla kasa hırsızlarını, canileri hatırlatan bir isimdir. Bu itibarla da Tatavla ismi kulaklarda fena bir tesir husule getirmektedir… Biz zamanlar canilerin, Hrisantos gibi şerirlerin ilticagahı olan Tatavla şimdi birçok Türk ailelerinin oturduğu temiz bir yer olmuştur. Bu itibarla eski bir çirkin ismin kaldırılması ve ‘Kurtuluş’ tevsiimi çok muvafıktır.” 1









Kurtuluş Tarihi 1
6-7 Eylül, 1964 Kararnamesi, Milliyetçi öğeler 2
Günümüz Kurtuluş 3

17 Mart 2014 Pazartesi










16 Mart 2014 Pazar

Embedded image permalink
İstihbarat Daire Başkanlığı'nda uzun süredir araştırma yürüten Mülkiye Baş Müfettişleri'nin yaptığı incelemeler sonunda, Ramazan Akyürek'in Daire Başkanlığı dönemine ait bilgisayarlardaki log kayıtlarının ve işlem bilgilerinin 'usulsüz olarak imha edildiği' tespit edildi. Silinen kayıtların Hrant Dink cinayeti döneminde yapılan işlemlere ait olduğu öne sürüldü. Bunun dışında yasa dışı telefon dinlemelerine ait de müfettişler önemli tespitlerde bulundu. Müfettiş raporlarının tamamlanmasının ardından Ramazan Akyürek açığa alındı. Akşam saatlerinde Ramazan Akyürek'in evine giden polis ekipleri açığa alma kararının tebliğinden sonra Akyürek'in silahına ve kimliğine el koydu.   
Ramazan Akyürek'in ismi ilk olarak İstanbul'da görev yaptığı yıllarda gündeme geldi. Dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır tarafından siciline “Emniyetteki hizipleşme içinde irticai akımlara (Fethullah) yakın. Dikkat edilmelidir” notu düşülen ve 100 üzerinden 35 sicili verilen tek polis oldu. Bütün bunlara rağmen Ramazan Akyürek 2004 yılında Trabzon'a Emniyet Müdürü olarak atandı. Bu süreçle birlikte Ramazan Akyürek'in bir taraftan yükseliş öyküsü başlarken diğer taraftan da görev yaptığı yerlerde önemli kriminal olaylar gelişti.
Bunlardan ilki Trabzon'da 2004 yılında Mc Donald's bombalanması olayı oldu. 29 Kasım’da KTÜ Öğretim Üyesi Doç. Hicabi Cındık öldürüldü. 7 Ocak 2005’te yine KTÜ’den Prof. Dr. Sadettin Güner ve üç yaşındaki oğlu çapraz ateşle öldürüldü. 6 Nisan 2005’te TAYAD üyeleri yüzlerce kişi tarafından linç edilmek istendi. 19 Ocak 2006’da Kürt işçilerin gittiği bir kahveye molotof kokteyli ile saldırı oldu. 5 Şubat 2006'da Santa Maria Kilisesi’nin rahibi Santoro 16 yaşında bir lise öğrencisi tarafından öldürüldü. Rahip Santoro, Trabzon Emniyeti’nin yasal teknik takibi altındayken öldürülmüştü.

McDonald’s bombalaması eyleminin faillerinden Erhan Tuncel ise altında Akyürek’in imzasının bulunduğu bir belgeyle polis muhbirliğine alınmıştı. Dink cinayetinin azmettiricisi olarak yargılanan Erhan Tuncel’in suçlu olduğunu Emniyet biliyordu. Tuncel’e “Sen bize muhbirlik yap, biz senin hapse girmeni engelleyelim” dediler. Tuncel kabul etti. 9 Mayıs 2006 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı olarak atandı.
Hrant Dink İstanbul’da öldürüldüğünde, Ramazan Akyürek İstihbarat Dairesi Başkanı’ydı. Dink’in vurulacağı, cinayet öncesinde tam 17 defa ihbar edilmişti. İşte bu cinayetten sonra Ramazan Akyürek'İn ismi gündemden hiç düşmedi. Gazeteci Nedim Şener yazdığı kitaplarda Ramazan Akyürek ve ekibinin Hrant Dink cinayetindeki eksiklikleri ile ilgili önemli iddialara yer verdi.

Hrant Dink cinayeti sonrası Ramazan Akyürek  “dokunulmaz” konumunu sürdürdü. Bu sırada, cinayetle ilgili bilgilerin üstünün örtüldüğü, İstihbarat dairesindeki log kayıtlarının silindiği iddiaları gündemden düşmedi. Ramazan Akyürek iddiaların artması üzerine önce İstihbarat Daire Başkanlığı'ndan alınarak polis baş müfettişiğine atandı. Ardından da Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanı olarak atandı. Ramazan Akyürek geçtiğimiz Ocak ayında bu görevinden alınmış ve merkeze çekilmişti. 
--
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26022013.asp

 Üstümüze gaz ve kurşun olarak yağan bu katil yağmurlar, elbet geçecektir; o gün geldiğinde yağmuru yağdıranlar değil, yalnızca gökkuşağında renk olanlar tarihe geçecektir.

http://instagram.com/p/lnByOCHVVC/#




"Me goti Hitleri miriy, care şin na bitın.
Me nızani de kure wi Bexda mezin bitin..."
(Hitler'in öldüğünü, şimdilik yeşermeyeceğini zannettik
Oğlunun Bağdat'ta büyüdüğünü bilemezdik)
Kürt sanatçı Eyaz Yusuf'un Halepçe katliamı için yaptığı şarkıdan bir kaç söz... Evet Halepçe'den önce de defalarca zehirli gazların üzerlerinde denendiği Irak Kürtleri bile, Saddam'ın, Hitler'i aratmayan bu vahşeti onlara yaşatacağını asla tahmin edemezdi...
16 Mart, Kürtlerin kara günü. 1988'den beri, Newroz bayramı, Saddam Hüseyin'in Halepçe'de uyguladığı insanlık ayıbının, binlerce Kürdün ve doğadaki canlının kimyasal gazla öldürülmesinin burukluğuyla kutlanıyor. Beş bini aşkın Halepçeli sivil, 16 mart günü 10 dakika içinde elma koktuğu söylenen zehirli bir gazla hayatını kaybetti. Binlerce insan sakat kalırken, binlerce insan da yerinden yurdundan oldu.

Şeyhan vadisindeki katliam

İsmail Beşikçi'nin, Alman insan hakları savunucusu Alexsander Stenberg Spohr'dan aktardığı, Halepçe katliamından yalnızca altı ay sonra 25 Ağustos'ta yaşanan bir katliam örneği daha;
"Kimyasal silahlar atıldıktan sonra, Kürtler büyük bir paniğe kapıldılar. Çoluk çocuk, kadın-erkek, genç ihtiyar, ülkenin kuzey sınırına doğru kaçmaya başladılar. Şeyhan bölgesinde dar bir vadeye sığındılar. Burası derin, ince ve uzun bir vadi idi. Üç binin üzerinde Kürt bu vadiye sığınmıştı.
''Saddam Hüseyin'in kuvvetleri buraları bombalamak istedi. Fakat vadi dar, ince ve uzun olduğu için uçaklar dalış yapamadı. Sonra vadiye zehirle gazlar attılar. 10-15 dakika içinde üç binin üzerine insan öldü (...) Bir kaç gün içinde vadide zehirli gazların etkisi azaldı. Vadiye buldozerler girdi, her tarafı yaktı, yıktı, Kürt insanlarının cesetlerini toplu mezarlara, çukurlara doldurdu."

Hardal gazıyla 1983, 1984, 1988'de

Saddam'ın Kürtlere yönelik jenosit politikası, holocaust'u (Yahudi soykırımı) aratmayan vahşeti daha önce de defalarca tekrarlanmıştı.
Başta Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) büyük şirketleri olmak üzere bir çok batılı ülkeden aldığı zehirli gazları Kürtler üzerinde deneyen Saddam, örneğin daha 1983'te Hacı Ümran bölgesinde 100, 1984'ün ekim ayındaSüleymaniye yakınlarındaki Penjuvin'de de 3 binin üzerinde kişiyi hardal gazı ile katletmişti...
16 Mart 1988 ise Saddam Hüseyin vahşetinin ve uygarlık ayıbının doruğa çıktığı gün oldu. Vahşete tüm dünya sessiz kaldı. Kürtler yine komşu ülkelere sığınmak için yollara döküldü. Koca dünyada, zalim bir diktatörle karşı karşıya olan, eli kolu bağlı, savunmasız bir halk...
Halepçe'deki katliamın boyutlarını Ramazan Öztürk çektiği fotoğrafları gördükten sonra öğrendi insanlar, ancak artık iş işten çoktan geçmişti.

Erivan radyosunun parazitlerinden

O zamanlar daha yedi sekiz yaşlarındaydım. Yüksekova'daki köyümüzde, dedemin emektar, sürekli parazit sesi çıkaran koca radyosundan dinliyorduk Halepçe katliamı haberlerini. Erivan radyosuydu galiba.
İhtiyar dedem dinledikçe ağlıyor, bir yandan da Kürtler için dua, Saddam Hüseyin'e de beddualar ediyordu. Katliamdan bir kaç ay sora da, içinde Halepçe yarasını taşıyarak bu dünyadan göçüp gitti...
Katliamdan sonra, zehirli gazın elma koktuğunu bize defalarca hatırlatır, "elma kokusu alınca (söylentilere göre Saddam'ın kullandığı zehirli gaz elma kokuyordu. Gazın kokusu hoş olduğu için, havayı daha derin soluyormuş insanlar. Ve gaz etkisini daha erken gösteriyormuş) hemen eve koşun, kapıları, pencereleri kapatıp naylon torbalara girin" diye öğütler verirdi.

Güzel koku alırsan, nefesini tut!

Saddam Hüseyin ve "elma kokusu" korkusu kısa zamanda yayıldı sınır bölgelerindeki her yere. Herkes naylon torbalar yaptırmaya başlamış, "elma kokusu" bekliyordu adeta.
Oyuncakların girmediği evlere gaz maskeleri girmeye başlamış, elektrikten bihaber köylüler, uzun geceler boyu, çocuklarına masal yerine "elma kokusundan korunmak için" ne yapacaklarını öğütler olmuştu; "dışarıda güzel bir koku alır almaz nefesinizi tutun ve eve kaçıp naylon torbalara saklanın..."
Kimileri sığınak yapılmasından yanaydı ama, operasyonların sıklaşmaya, askerlerin peynir kuyularından bile "terörist" aramaya başladığı o yıllarda, kimse " elma kokusundan" korunmak için sığınak yapmayı göze alamamıştı. Tek çıkar yol dışarıdan hava almayan naylon torbaları ve silah gibi saklanan maskelerdi. Galiba onlar da kaçaktı...

Bahar kokusu zehir olurdu

"Elma kokusu" paranoyası yayıldıkça biz çocuklar da kendi aramızda sık sık "tatbikatlar" yapmaya başlamıştık kendimizce; "Elma kokusu alınca bakalım kim daha fazla nefesini tutup eve kaçacak ve naylon torbaya sığınacak"... Hatta bu yüzden bahar kokusu zehir olurdu bizlere. Çünkü hoş bir koku her an ölüm olabilirdi...
Bizler Halepçe'yi hiç bir zaman yaşamadık. Hiç göç etmek zorunda da kalmadık. Zehirli gazdan da sırf Kürt olduğumuz için korkardık. "Ya Saddam Hüseyin bir gün bize de göz dikerse" korkusuydu bu sadece...
Oysa Irak Kürtleri on yıllardır yaşaya gelmişlerdi bu ölüm korkusunu. Katliam ne Süleymaniye ne de Halepçe ile sınırlı kaldı... Kimi zaman Saddam Hüseyin güçleri, Kürt şehirlerine girip yüzlerce genç kızı kamyonlara doldurup bilinmeze götürdüler.

ABD'yi sorgulamak

Kürt delikanlıları, anne- babalarının gözleri önünde kurşuna dizildi, defalarca varlarını yoklarını arkalarında bırakıp Saddam zulmünden kaçmak için kara kışlarda komşu ülkelerin sınırlarına sığındılar. Binlercesi sınır boylarında açlıktan ve soğuktan yaşamını yitirdi...
Ve ne yazık ki Halepçe katliamını, tecavüzleri, göçleri yaşamış olan Irak Kürtleri, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) imansızlığını ne sorgulayacak ne de anlayacak durumda.
Çünkü Saddam Hüseyin tehlikesi onlara her zaman için Amerikan'dan daha yakın görünüyor... Bir nebze olsun özgürlüğü kokan Irak Kürtleri, yeniden " elma kokusu" almak istemiyor...(İA/NM)

--

http://www.bianet.org/biamag/bianet/17315-kurtlerin-elma-kokusu-korkusu
HDP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı ve İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder, 269 gün komada kaldıktan sonra hayatını kaybeden Berkin Elvan için yazı kaleme aldı. 

İşte Önderi’in Hürriyet’te yayımlanan yazısı: 

Fidanlarımızı ebedi istirahatgâhına, toprağa değil, gökyüzüne gömüyoruz. Onlar hala bizim dünyamıza ait ve bu rezil düzen alaşağı edilinceye kadar da bizimle kalacak. 
İnsanın “Bu kadarından emin misiniz?” diye söylendiği bir an vardır. Acının gözüne bakıp tepeden tırnağa acıdan ve üzüntüden ibaret kalma anı. İçinizde berceste mısralar resmi geçit yapmaya başlar. 
“Kumru, başına geleceği duysaydı, 
tabut, içine gireni bilseydi, 
hayvanlarda bir parça akıl olsaydı; 
kumru selviden ayrılır ağlardı, 
tabut omuzda giderken ağlardı” 
Biz acıya kesilirken, “Eminiz elbet!” diye homurdanıyor muktedirler. Hem de utancın zerresi yok seslerinde. Gizli saklı konuşmuyorlar. Geldikleri yere kolay gelmemişler! Talan musluklarının başına geçinceye kadar neler çekmişler! Gençmiş, çocukmuş kıymeti yok gözlerinde; muhalifse eğer, suç kesin, hesabı da ölümlerden bir ölümdür. 
Oysa bu toprakların kanla yıkanmasına karşı da “hesab”ı yalnızca zulüm ve bankayla anımsayanlara karşı da tek şansı var; bir çocuk öfkesiyle diklenebilenler! 
Siz sanırsınız ki ölenden hüküm kalkar! 
Ne gezer! Elinde bir somun ekmek, yüreğinde kuş gibi çırpınan aşkla evine koşarken vurup düşürdükleri çocuğun yalnız dirisini değil ölüsünü de düşman bellemişler. Hâlâ öfke kusuyorlar, “iki gözden dört ölüm bakıyorlar..” 
“padişah bakardı ününe, 
tacına, tahtına, tolgasına, kemerine, 
gece demez gündüz demez ağlardı.” 
Ne gezer! Padişah, Berkin’in cenazesi için sokaklara çıkan, caddeleri, meydanları dolduran on binleri, o dört elle sarıldığı tacına tahtına, tolgasına kemerine göz dikmiş zannediyor. Saçma sapan hezeyanlarına kayıtsız şartsız inanmayan hain! Biat etmeyen namussuz! Çoluk çocuğu hedef alıp tetiği çeken, kahraman! 
“Zaloğlu bu zülmü görseydi, 
ecel bu çığlığı duysaydı, 
cellâdın yüreği olsaydı; 
Zaloğlu savaşa, yiğitliğe ağlardı, 
ecel bakardı kendine ağlardı, 
cellât, yüreği taş olsa, ağlardı.” 
Acıdan, üzüntüden sıyrılmaya mahkûm ediyorlar bizi. Öfke acının kardeşidir. Sokakları meydanları şimdi öfkeyle dolduruyoruz. Fidanlarımızı ebedi istirahatgâhına, toprağa değil, gökyüzüne gömüyoruz. Onlar hala bizim dünyamıza ait ve bu rezil düzen alaşağı edilinceye kadar da bizimle kalacak. 

Eyy dünyanın bütün zalimleri! Biliniz ki Roboski’den, Eskişehir’den, Hatay’dan ta Okmeydanı’na bu ülkenin üstünde duran gökkuşağı, yalnızca insan kalanlarımızın inandığı bir geleceği temsil etmektedir. Üstümüze gaz ve kurşun olarak yağan bu katil yağmurlar, elbet geçecektir; o gün geldiğinde yağmuru yağdıranlar değil, yalnızca gökkuşağında renk olanlar tarihe geçecektir. 

---

http://www.radikal.com.tr/turkiye/yattigin_yer_incitmesin-1181508